4 Nisan 2016 Pazartesi

steven wilson'a.

sesini ilk duyduğumda on iki yaşındaydım. kapıyı aralarken çalan şarkı trains'ti. yıllar geçti ve birkaç adım daha attım. dinlediğim ilk tam albüm. in absentia. collapse the light into earth. hakkında döşenecek yüzlerce satır var.

steven wilson, bir yetmiş boyunda, kirli sarı pırasa saçları olan, gözlüklü, tipik ingiliz yüz hatlarına sahip progresif rock nerdü. sanki biri eski bir fotoğrafı çekip uzatmış, öylece büyüyüvermiş. onu düşündüğümde gülümsüyorum. istisnasız her seferinde gülümsüyorum. o gülümsemekten pek hoşlanmıyor ama o gülümseyince ben daha çok gülümsüyorum.

söylediği her söz beynime kazınıyor. bestelediği her şarkıda, basit olsalar dahi, olağanüstü hisler keşfediyorum. bana koskoca bir evren sunuyor steven. 67 doğumlu, babamdan bile büyük bu adamın sesini her duyduğumda çocukluğumla konuşuyorum.

mellotronun gıcırtısı, hüznü, trenler, bulutlu gökyüzü... keşke hak ettiğimiz değeri görebilseydik hepimiz. keşke. ama bazen böyle şeyler mümkün olmuyor. bu anlarda, uzaklardaki bir varlığın yarattığı melodilere sığınıyorum. fırtınadan kaçarken sığınılan bir kovuk gibi beni içine çekiyor albümler, şarkılar, nakaratlar, sololar.

bu dünya bize göre değil. bizim gibi insanlar mutsuz olmaya programlanmış. steven gibiler hüznü güzel bir şeye çevirerek pimi çekmeyi engellemeyi öğrenmişler. ben öğrenemedim. zamanı geldiğinde gidecek, yok olacak. geride bıraktıkları bu illüzyona ait kalacak. bu iğrenç hologram gösterisine. ona yaşam diyoruz. hayattan her geçen gün biraz daha nefret ediyorum. steven'a her geçen gün daha çok hayran oluyorum. müzik beni, bitkisel hayattaki birinin yaşama tutunduğu bir makine gibi hayatta tutuyor. kulaklarım olmasa ne yapardım bilmiyorum. porcupine tree olmasa ne yapardım bilmiyorum. o varlık hiç doğmamış olsaydı, dark side of the moon plağı o eve hiç girmemiş olsaydı ne yapardım bilmiyorum. varlığı beni mutlu ediyor. varlığı beni hayatta tutuyor.

yaşamak acı dolu. bunun nedeni de insanlar. en sevdiklerin, en değer verdiklerin. hepsini kimyayla açıklayabilirsin, hepsini formüllere dökebilirsin, bunu ben de biliyorum. ama hissetmeye engel olamıyorum. dinlerken az da olsa unutuyorum, ne kadar yalnız olduğumu, yapayalnız olduğumu. blackfield'dan pain dinlerken gözümün önüne o yağmurlu sahne geliyor. tek başına, ıslak kaldırımda dikilen bir adam. steven o işte. tek başına, yağmurda bekleyen bir adam. onu bu yüzden bu kadar çok seviyorum. sanırım onu dünyadaki her şeyden daha çok seviyorum.

çocukluğumu, küçük ellerimi hatırlıyorum. bana parka gittiğimde topladığım aslanağızlarını hatırlatıyor. turuncumsu renklerini. ağaçlardan sarkan o mor çiçekleri. adlarını bilmiyorum ama şekilleri, tüm ayrıntılarıyla zihnimde. her ayrıntıyı hatırlıyorum, onun sesini duyduğumda.

17 Mart 2016 Perşembe

Hatalı olduğum tek nokta her şeyi fazla ciddiye almaktı. Şimdi ise hiçbir şeyi ciddiye almıyorum, kendi hayatım dahil. En azından bundan sonra hayal kırıklığına uğramayacağım.

12 Mart 2016 Cumartesi

üç seçenek

Her gün üç seçenek arasında karar vermeye çalışarak uyanıyorum.
Birincisi şu anki boktan hayatımı devam ettirmek. Diğer insanların beni görmelerini istediğim gibi giyinmek, iyi görünmeye çalışmak, başarılı olmam gerektiğini bilmek. Bu seçenek muhtemelen en yıpratıcı olanı. Çünkü kendini değiştirmen bir yere kadar mümkün. Daha iyisini yapamadığında ve insanların standartları haddinden fazla yüksek olduğunda depresyona giriyorsun. Sağlıksız.

İkincisi, günün birinde her şeyi geride bırakıp, minicik bir köyde yaşamaya başlamak. Tanıdık birkaç yüz, gerisi hiçlik. Tek derdin karnını doyurmak ve barınmak. Huzurlu, yapayalnız, tekdüze bir hayat sürüyorsun ama en azından risk yok, yeterince iyi olamamanın verdiği depresyon yok, hayal kırıklığı ancak «bugün yağmur yağmadı» türevi şeyler yüzünden oluyor. Güzel seçenek. Sağlıklı.

Üçüncüsü, hayata son vermek. Bunu ertelemeye çalışıyorum. Bunu devamlı düşünmenin mental hastalık belirtisi olduğunu biliyorum. Kimsenin yardımını istemiyorum yine de. Kendi yöntemimle çözeceğim.

Üç seçeneğim var. Birincisi «başka biri olsaydım çok mutlu olabilirdim, şu şöyle bu böyle olabilirdi» gibi düşüncelerim yüzünden hayattan nefret etmeme sebep olan seçenek. İkincisi «Birinci seçenekteki gibi yaşasam yaşayabileceğim güzelliklerin hepsini kaçırdım» pişmanlığına sebep olacak seçenek. Üçüncüsü iki hiçlik arasındaki o minicik deneyimden defolup gittiğim seçenek. İnsanları çözdükçe nefretim büyüyor. İnsanları çözdükçe hayattan soğuyorum.

Her gün birinci seçenek galip geliyor. My mad fat diary›de Kester Rae›e «hiçbir yeri sevmiyorsun çünkü kendini sevmiyorsun» diyordu. Benimki de buna benziyor. Mekan değiştirirsem her şey düzelecek sanıyorum ama yine depresyona giriyorum çünkü kendime katlanamıyorum. İnsanın kendine katlanamaması kadar iğrenç bir şey yok.

Öyleyse oyundan çıkmak neden bu kadar zor? Lanet olası hayatta kalma içgüdüsü yüzünden bu kadar zor. İnancı yaratan da sen değil misin, insanları birbirleriyle üremek için komik duruma düşüren de sen değil misin? Yaşamak çok matah bir şeymiş gibi. Fuck you fucking instinct.

26 Şubat 2016 Cuma

camel

evin en küçük odasında, ortaya zorla sığdırılmış yumuşacık yatakta oturuyorum. oda kapı aralığından giren minik ışık hüzmelerini ve laptop ekranını saymazsak, kapkaranlık. kalın, sıcacık bir battaniyeyle çevriliyim. saçlarım ve ellerim meyve ve şeker karışımı harika bir şey kokuyor. camel çalıyor, bu geceki üçüncü albümleri. başta şarkılar ilerledikçe "bu grubu neden daha fazla dinlemedim?" diye kızdım kendime, oysa şu anda keşfedilecek yüzlerce melodi olduğunu hissediyor ve heyecanlanıyorum. mutlu sayılmam ama huzurluyum. içimde o kötü his yok en azından. hüznü öyle güzel nota kompozisyonlarına dökmüşler ki bütün bu güzellikler arasında insanın huzursuz olmasına imkan yokmuş gibi geliyor.

biliyorum ki bu ruh hali çok uzun sürmeyecek. bir gün sonra gün batımının ardından yine aynı çukurun dibine girebilirim. biliyorum. ama şu anda huzurluyum. kırk yıl önce yazılmış, bestelenmiş albümlerin içinde dolaşıyorum bu gece, kırk yıl önce yazılmış öykülerde yaşıyorum. sahip olduğum asıl hayat, tüm sıkıcılığı ve hayal kırıklıklarıyla geride bırakılmış gibi, başka biri olmuş gibiyim, birkaç saatliğine de olsa. keşke hep böyle hissedebilsem. değişecek, biliyorum. beni bırakmasını istemiyorum. gerçek hayata dönmek istemiyorum. güneş ışığını, yarını, sorumlulukları, kaldırımlarda yürürken kulağıma çalınan aptal şarkıları istemiyorum. sıcak battaniyenin içinde, kulağımda 70lerin progresif tınılarıyla, bu minicik karanlık odayla birlikte sonsuza dek uzay boşluğunda salınmak istiyorum.

16 Şubat 2016 Salı

eski günlük yazılarımdan kırpmalar - 2

30.09.2012

You're a drop in the rain
just a number, not a name
and you don't see it, you don't believe it.

Sadece bir rakam silsilesine dahil olacağımı biliyorken yaşamanın ne anlamı var?
Yazmam gereken hiçbir şey yok. Anlatacağım hiçbir şey yok. Eğer beynimi okuyabilseydin, ders notları dışında bomboş olduğunu görürdün. Ve hayallerimin artık bir eğlence aracı olduğunu anlar, bana acırdın.

Simetrik şarkı çalıyor. Aksak ritimli. Benim gibi.
Kulaklıkları çıkarınca geriye kalan dünya o kadar boş ki. Tarif edemiyorum. Havuzdan çıkınca kendini hala yüzüyor sanmak gibi.

08.10.2012

Eski defterleri karıştırdım. Hatıra defterimi okuyup güldüm. Sonra onun mektuplarını bulduğumda ağladım. Fotoğrafını bulduğumda comfortably numb çalıyordu ve bu beni dağıttı. Şu anda burada olsaydı onun için daha kötü olacaktı.

Yağmur yağıyor. Yukarıda olduğuna göre düşmeden önce damlalara dokunmuş olabilir.
Görünüşe göre yıkılan bina değil, gökyüzü.

Geçmişi hatırlamak beni üzmüyor. Çünkü hiç yaşanmamış gibi. Geride kalan her şey, çok uzun zaman önce yaşanmış olmasına rağmen flulaştı ve adımı söyleyen ses dışında pek bir şey hatırlamıyorum. Neredeyse o yüzü bile. Galiba böylece mutsuzluk rafa kaldırılıyor. Unutmak bazen güzeldir.

Yağmura dokunmak istiyorum. Üşümek sorun değil. Yeterince üşüyorum. Sorun hissedememek. Onu duyuyorum ama ıslak olduğunu tahmin ediyorum. Ya kuru yağıyorsa? Bunu asla bilemeyeceğim.
Hey, seni çok özledim. Ve yaşadığım yılda çok sıradanlaşmış olsa da seni seviyorum.
İyi uykular.

24/01/2012

İnsanlara kim oldukları için değil, "kim olmayı isterdin" sorusuna verecekleri cevap için kızgınım.

16/11/2012

Ne olursam olayım, ne kadar para kazanırsam kazanayım, statüm ne olursa olsun bunların bana kazandıracağı şeyler beni mutlu edemeyecekse sokaktaki çöpleri toplayayım daha iyi. Çöpçüleri seviyorum, yalnızlar, çöp toplarken, kaldırımları süpürürken kafalarından ne geçtiğini çok merak ediyorum. Acaba bazıları sıra dışı mı yoksa insanın az parasının olması onu sıradanlaştırıyor mu merak ediyorum. Çöpçüler pek çok insandan daha iyi bir şey yapıyorlar, temizliyorlar. Gölge gibiler ama solup giderken bir işe yarıyorlar. Ne tuhaf meslek.

İnsanları sevemiyorum. Sadece yetenekli olanları, farklı düşünenleri, yalnızları, farklı olduğu için yalnız olanları, dışlanan ama aslında en zeki olanları seviyorum. Hiç sorgulamadan inanmaya hayatlarını adayanlara nasıl katlanabilirim? Böyle biri insanları iyileştirmekten zevk alabilir mi? İnsanın en muhteşem şey olduğunu düşünen birini tedavi ederken nasıl zevk alabilirim?

Hayır, herkesten nefret etmiyorum. Düşünceleri küçümseyenlerden ve beton beyinlilerden nefret ediyorum yalnızca. İnsan olmayı ayrıcalık kabul edenlerden, tüm bunların hediye gibi bir şey olduğunu savunanlardan.

Belki de Frankenstein gibi ucubeleri bir araya toplamak, yalnızlıktan kurtulmak istiyordum. Böyle hayallerim vardı işte. Gürültülüydüler ama en azından beynim çalışıyordu. İnsanlar alay etti ama en azından alay edilecek hayallerim vardı.

27/12/2012

Hayatın bir amacı olması gerektiğini anladığımdan beri onu bulmak için kafa patlatmadığım tek bir gün bile olmadı. Başkalarının amaçlarını beynime enjekte ettikleri okula, dersaneye yani hep birbirine benzeyen o sıkıcı yerlere giderken düşündüğüm şey buydu, amacım. Tek bildiğim farklı olmak istediğimdi.

Asi biri değilim, hiç olmadım. Gücüm yalnızca bağırmaya yetiyor ama bir fark yaratmak bana göre değil.

Benim hayatım, geleceğe yönelik yatırımlar yapmak ve gelecekteki kendimin mutlu olmasını sağlamak için bugünkü beni yok etmek. Ve bu işkence tıpkı sonu olmayan bir koridor gibi uzayıp gidiyor.

Asla bitmeyecek.

07/01/2013

Dream Theater dinlemeye başladım. Wait for sleep, space dye vest, pull me under... Kevin Moore fanı olma yolunda gidiyorum.
"Standing by the window, eyes upon the moon"

23/01/2013

Kendimi kocaman bir boşlukta buluyorum bazen. Sonsuzluk, son, başlangıç, bitiş, ölmek, yaşamak, medeniyet, yıkım. Bütün kavramlar birbirine giriyor. Sanki tüm kelimeler asıl amacı olan eyleme kılıf olsun diye uydurulmuş.

Bugün dünya tarihini konu alan bir belgesel izledim. Epey taraflı ve pek çok açıdan boktan bir belgeseldi ama ilkel ve mutlu yaşama ütopyamın saçmalıktan ibaret olduğunu anladım. Şimdiye kadar mutsuzluğu ve savaşı bize getirenin teknoloji ya da modern insanın geliştirdiği başka şeyler olduğunu zannetmiştim. Saçmalamışım.

Mutsuzluk, yıkım, parçalama; insanın doğasında varmış.

02/02/2013

Dün doğum günümdü. Geçip gitti. Yaşlandım.

Dilek dilemek çok saçma olsa da pastadaki mumları cehenneme yollarken aklımdan "piyano" sözcüğünün geçtiğini inkar etmeyeceğim.

08/03/2013

Anlatamadığım şeyler çok önemli sayılmazlar. Bugün onlara şöyle bir baktım ve değerlerini tarttım özensizce. O kadar özensizce davrandım ki bunu yaparken, bu bile cevabı kolaylaştırıyordu. Hepsi, her şey bir saçmalıktan ibaret, başka hiçbir şey değil. İnsanlar ve ne hissettikleri gelip geçici, tatmin unsuru, oyalanma eylemleri. O kadar ayağa düşmüş ki müzik denen dünya, sanki sevdiğim her şeye yeni bir ad koyam gerekiyor. Bulamıyorum.

Göz kapaklarım düşmeye, vücuduma karşı gelememeye başladığım an anlıyorum, gelecek beni çağırıyor. Uyku "yarın" demek. "Yarın" beni korkutuyor, uyumayı ertelemem bu yüzdendi. Sadece bu yüzden. Hep daha sıcak, daha umut verici gibi görünen ama benim için hep daha kasvetli. Sıkılıyorum. Bulutları seyretmek istiyorum, pencereyi açınca karşıma karşı evin balkonundaki kadın çıkıyor. Gözlerimi kapatıp hayal etmeye çalışıyorum.

Okulda başarılı olmak çok basit, mutlu olmakla karşılaştırdığımda. Düşünceler bitecek gibi gelmediğinde "belki yarın her şey düzelir" diye düşünmek o kadar yanlış ki. Zaman kayıp gidiyor, bir daha geri dönmeyecek olan zaman. Düşününce uyku, hayatın yarısını çalan pis bir alışkanlık.
Yarınlar bugünden de, dünden de, asırlar öncesinden de farklı olamayacak.



15 Şubat 2016 Pazartesi

eski günlük yazılarından kırpmalar - 1

18/09/2011

Bazen her şeyden nefret ediyorum. Yaşadığım yerden, birlikte yaşadığım ve suratlarına katlanmam gereken insanlardan. Yanlış bir insan olmamdan ve yalnız olmaktan.

Yalnız olmayı seviyorum. Ama sevmesem bile yalnız olurdum.

25/09/2011

İnsanlar ne kadar popüler olursa o kadar yalnızlaşıyor. Bunu bir atoma benzetiyorum. Ailen ve kardeş diyebileceğin dostların senin protonlarındır. Onlardan ayrılamazsın. Sonradan tanıştıkların ise elektronlarındır ve yörüngelerinde toplanıp dönmeye başlarlar. Önce iki, sonra sekiz, sonra on sekiz kişiyle arkadaş olursun. Hacmin büyüktür artık, kabarık görünmeni sağlarlar. 

Elektronlar atomdan kopabilir ama protonun kopması için senin değişmen gerekir. Eğer protonların nükleer bir tepkime sonucu senden alınırlarsa sen, sen olmazsın ki.

25/08/2011

İnsanların hayalleri, hayattan beklentileri var. Fakat bunlar olası, sıradan şeyler. Belki çalışıp başarılması gereken şeyler fakat umut varsa başarmak zor değil.

Ben? Ne yapmam gerektiğine karar verememiş biriyim. Gerçekten. Kendimi test çözer gibi çözmeye çalıştığım zamanlar oluyor. Bazı insanların ne istediklerini hemen anlarsınız. Benim ne istediğimse, gerçekten muamma.

Bu anormal bir şey. Herkes bir çizgi çekmeli, onun üzerinde yürümeli. Ben bunu yapamıyorum. Her şey olmak istiyorum. Tek bir şey değil, her şey. Yaşanabilecek tüm hayatları ve duyguları yaşamak, bir çizgi üstünde emeklemekten fazlasını istiyorum.

Eğitimim beni güzel bir yere götürüyor. Ama istediğim bir yere değil. 

Aynı anda hem müzisyen, hem yazar hem de insan olabilirim. Belki de doktor. Neden insanlar hep tek bir şeye odaklanılması gerektiğini söylüyor ki? Hepsini seviyorsam hepsini yapabilirim. Tek bir müzik aletim yok. Oysa müziğe aşığım ve ondan mahrumum. Kitaplara da aşığım ama yazamıyorum uzun zamandır. Son düzgün hikayem Kıtırcık ve Serüvenleriydi, on yaşındayken yazmıştım. Çok kötü dönemler geçirdim, kendime olan güvenimi kaybettim, hala kazanmaya çalıştığım güvenimi. Ve her şeyi bıraktım. Tüm o yıllar benim insanlık tarihimde bir kara delik gibi.

On beş yaşındayım ve bu yaşımda bile bazı şeyler için çok geç kaldığımı düşünüyorum. Müzik için. Arkadaşlar edinmek için. Mutlu olmak için.

Bazen hiçbir şeyin düzelmeyeceğini düşünüyorum. Ve bu beni yalnızlığı sevmeye itti.

18/11/2011

Eskiden de dünyanın klişe acımasızlığının farkındaydım. Yalnızca şimdi daha iyi ifade edebiliyorum ne hissettiğimi. Hatta belki de üç yaşındayken bile böyle hissediyor ama ifade etmekte güçlük çekiyordum. Şimdi test kitaplarına baktığım gibi o zamanlar da oyuncaklara anlamsızca bakıyor, neden bütün çocukların evcilik oynadığını, neden yeni oyunlar türetilmediğini merak ediyordum. Sadece, bunları düşündüğümün bile farkında değildim.

21/03/2012

You're a window, I'm a knife.
Jeff Buckley'i seviyorum. Çünkü sesi çok güzel. Çünkü söylediği şarkı çok güzel. Bu şarkıyı seven insanları seviyorum. 

Hayat gittikçe daha yavan, daha yoğun hale geliyor. Bunu kim isterdi ki? Kaç gündür bir tane bile mektup almadım. Günlük yazmayı sevmiyorum, çünkü yazdıklarım hep aynı, kendini tekrarlayan şeyler. Her şey bu kadar aynıyken mutlu olmak zor, ama imkansız değil.

Çünkü Morning Theft eşliğinde güzel şeyleri düşünmek çok güzel. Hayal ettiğim bu güzel şeyler arasında geleceğim olmasa da çok sorun değil. Nasıl olsa pek parlak olacağını düşünmüyorum. 

Empty spaces, what are we living for?
Freddie Mercury benden onlarca yıl önce söylemiş, hayallerine ulaşınca bile hayatın yaşamaya değmediğini. 

Şov devam etmeli.

25/03/2012

Hayat insan dışkısından, hatta daha ağırını söylemek gerekirse affedersiniz insandan daha beter. İnsanlar ölürler, yenileri gelip işkenceye katılır. Gişe kuyruğunda beklemek gibi. Doğarlar, kuyrukta bekleyip geberirler. Aynı döngü, aynı şey. Hep aynı. Aynı sıkıcı dünya. Bir sürü paran olsa ne olur ki? Ölüyoruz işte. Tek bir dakikan bile kalmayınca mı ölüyorsun ki? Veya can çekişirken mi ölüyorsun yalnızca? Her saniye ölüyoruz. Yemek yerken, okuldayken, ağlarken, küfrederken can çekişiyoruz çünkü her saniye biraz daha ölüyoruz. Boğazımızdaki ip her saniye milimetrenin milyonda biri kadar sıkılıyor. Benimki bazen haddinden fazla sıkılıyor. Aslında genellikle haddinden fazla sıkılıyor. 

28/04/2012

Sonbahara aşığım. Yazı sevemiyorum. Bana diğer insanların kış için hissettiklerini hissettiriyor. Soğuk, karanlık yağmur. 

Yazdan iğreniyorum. Okuldan da.

Keşke beni anlayan, hayallerini benimle paylaşan, sıradan bir gelecek istemeyen biri olsa şimdi burada. Farklı olduğunu zannettiğim herkes birbirinin aynı. Bu çok trajik. Ve sanırım ben de farksızım.

Müzikle uğraşmak, fotoğraf çekmek, yazılar yazmak, resim çizmek veya sadece düşünmek isterdim. 
Fıçının içine hapsolmuş düşünceler. 
Üstü fotoğraflarla dolu bir pano.
Düşlerimi anlattığımda beni anlayacak, bir konu hakkında yapacak değişik yorumları olan insanlar.
Edebiyatın sınavdan tam puan almaktan fazlası olduğunu bilen öğretmenler.
Yeni bir hayat. Yeni biri.
Sıkıcı olmayan biri.

İnsanlar çok sıkıcı olmaya başladı. Hepsi doktor olmak istiyor ve hepsi çok para kazanmak istiyor.
Bir an durdum ve düşündüm de, madem tüm mesele parada, dünyadaki tüm para onların olabilir. Nasıl olsa ölmüyor muyuz? Bu kavga çok komik.

Önemli olan harcadığın bu zamanların kahkahalarla, sulu boyadan çiçeklerle dolu olması değil miydi?
Çocukken okuduğum kitaplar böyle söylüyordu. Ders kitapları bambaşka konuşuyor. Dünya her geçen saat hayal kırıklığına uğratıyor beni.

03/06/2012

Saat 05.22. Gün aydınlandı. Bu şahit olduğum ilk gündoğumu değil, asla. Belki de yüzüncü. Güneşi sevmiyorum. Geceleri daha korunaklı her yer. Sokaklar bile. Çünkü insanlar yok. Ya uyuyorlar ya da gizli işler peşindeler. Birkaç sarhoş var. O kadar işte. Sonra gece kitap okumak, güneş odamı terk edene kadar o loş ışıkta harfleri görmeye çalışmak hoşuma gidiyor. Ayrıca pencereyi hep açık tutmak. Öbür türlü eve hapsolmuş gibi hissediyorum. Pencere açıkken, gökyüzüne kolayca değebilirmişim gibi geliyor.

10/06/2012

Her şey farklı olabilirdi, demek bir çeşit intihar yöntemi. Aslında, hiçbir şey farklı olamazdı. Olamazdı, çünkü farklı olsaydı ben şimdiki ben olamazdım. Yani nefret ettiğim diğer insanlardan birine dönüşebilirdim. O zaman da kendimi sevmezdim muhtemelen.

12/06/2012

Az önce karnemi yırtıp atmayı düşündüm. Nedeni yoktu. Aslında vardı içten içe ama umrumda değil. Düşünmeye ihtiyacım yok.

Ben sadece... okuldan sandığım kadar hoşlanmadığımı fark ediyorum. İnsanların beni ne kadar farklı tanıdığımı, kendimi ne kadar farklı tanıttığımı. Ve düşündüğüm kadar mükemmel, anlayışlı, sevecen insanlarla birlikte olmadığımı.
Açıkçası iki sene sonra ayrılacağım insanlar umurumda değiller. 

Çünkü arkadaşlıkları iki üç solucanın bir araya gelip başkalarının kıyafetlerini, suratlarını, bacaklarını eleştirmesinden ibaret. 
Çünkü nefretleri bile inançlı değil.
Çünkü bir şeyler sırf havalı olsun diye savunuyorlar.
Çünkü bazı cümleleri sırf gösteriş olsun diye kuruyorlar.
Paralarını göz boyamak için harcıyorlar. 
Başarılı olanlara inek, başarısızlara tembel diyorlar ama kendilerini bir kefeye koymuyorlar.
Egoistler ama içleri bomboş.
Boş kutu gibiler.

05/09/2012

Eğer bu günlük bir intihar mektubu olsaydı yazdığım son cümleler ne olurdu?
Sevgili hayatım,
seni yaşamak benim tercihim olmamasına rağmen beni mahvettiğin için teşekkür ederim.
Sahip olduğum şeyler birer seçim değildi. Böyle kararlar insanlara ait değildir.

Mücadeleyle dolu bir yerde doğdum. Küçükken bana masallar anlattılar, sanırım hepsi yalanmış.
Kendisine saygı duyduğum için aramızda boşluk bıraktığım kadın, kasada beni beklettiğin için; ve ondan sonra gelip önüme geçen salak, iyi niyetli olduğuma pişman olmama neden olduğun için sizden iğreniyorum.

Beni umutlarla büyüttüler. Gelecek çok uzaktaymış gibi. Yoldan geçerken elimden tutarlardı ama nasıl yalnız geçeceğimi anlatmadılar, alt geçitleri kullandım.
Benim zeka seviyemi belirleyen şeyler sınavlardı. Aynı yarışta çitayla kaplumbağayı yarıştırıyorlardı. Her şey o kadar şansa bırakılmıştı ki insanlar birbirlerinin açığını arıyordu. Kaplumbağaların tek bir şansı vardır, nefret.

Türkiye'de insanlar başarmak için nefret ederler.
Ülkemi sevmiyorum. Sadece zavallı insanlara merhamet duyuyorum. Çocukları ölüyor ama hala vatan sağolsun, diyorlar. 

Ben herkese küfrederdim.

Müzisyen olmak istediğimde imkansız olduğunu söylediler. İyi hikaye yazdığım için "sen sözelci aptalın tekisin" dediler. Sayısal derslerimi düzelttim, inek oldum. Defalarca kez kulaklarımı tıkadım çünkü insanların söyledikleri gerçeği değiştirmezdi.

Eğer bir gün gitmek isteseydim, o gün bu olurdu. Gelecekten beklentim yok. Çünkü gelecek "iyi maaş" demek. Yeteneklerim köreliyor, onlar gibi olacağım. Günde 500 soru çözmemi isteyen bir annem var. 16,5 yaşındayım ama çözemediğim her soruda biraz daha yaşlanıyorum. Sürekli sinirden ağlıyorum. 

İnsanların üzülüp üzülmemesi pek umurumda değil. 16 yıl bile fazla bu dünyada. Ben sadece kutuplardaki hayvanlara yardım etmek, birkaç kitap yazıp insanları düşündürmek istemiştim. Sonra da basitçe ölürdüm. Amacım nirvanaya ulaşmak ya da milyoner olmak değildi. Kendime zarar vermek hiç değildi, çünkü hep çok bencildim. Değil mi?




5 Şubat 2016 Cuma

Edebiyatı sevmiyorum. Kurguları sevmiyorum. İşime yaramayacak şeyleri okumayı sevmiyorum.